Şimdi duvardan sadece yirmi metre uzaktaydım, ama hala hiçbir şey göremiyordum. Küçük prens yine konuştu: “Zehirin iyi bir zehir midir? Bana çok uzun süre acı çektirmeyeceğinden emin misin?”
Durdum. Yüreğim sızlıyordu. Ama hala ne olduğunu anlamamıştım.
“Şimdi git” dedi, “aşağı ineceğim.”
Bunun üzerine bakışlarımı aşağı, duvarın dibine çevirdim ve orada gördüğüm şey havaya sıçramama neden oldu. İnsanı birkaç saniye içinde öldürebilecek sarı bir yılan, başını küçük prense doğru kaldırmış, öylece duruyordu orada.
Silahımı almak için elimi cebime götürdüm ve koşmaya başladım. Ama çıkardığım sesi duymuş olacak ki, başını indirip kumların üzerinde kaymaya başladı yılan. Ve pek de acele etmeden, taşların arasında gözden kayboldu.
Küçük prensimi tutmak için tan zamanında yetiştim. Onu kollarıma aldığımda yüzünün bembeyaz olduğunu gördüm.
“Bu ne demek oluyor?” diye sordum. “Neden yılanlarla konuşuyorsun?”
Boynundaki altın renkli fuları çözdüm. Alnını hafifçe ıslattım ve içmesi için ona biraz su verdim.
Artık soru sormaya cesaret edemiyordum. Bana ciddi bir ifadeyle baktı ve kollarını boynuma doladı. Kalp atışlarını duyabiliyordum. Sanki tüfekle vurulmuş bir kuşun gittikçe yavaşlayan kalp atışları gibiydi.
Bana: “Motorundaki arızayı bulmana sevindim. Artık evine gidebilirsin” dedi.
“Bunu nereden biliyorsun?”
Aslında bu haberi vermeye geliyordum. Çok umutsuz olmama rağmen, motoru tamir etmeyi başarmıştım.
Sorumu yanıtlamadı.
Sadece “Bugün evime dönüyorum” diye fısıldadı.
Sonra üzüntüyle ekledi: “Evim çok uzakta... Oraya gitmek çok zor olacak...”
Beklenmedik bir şey olacağını hissedebiliyordum. Onu bir çocuk gibi kollarımda sımsıkı tutuyordum. Ama o sanki ellerimden bir uçuruma doğru kayıyordu ve ben bunu engelleyemiyordum...