“Olsun. Bunlar yeterli. Çocuklar anlayacaktır” dedi.
Ben de kurşunkalemle bir ağızlık çizerek ona verdim. Verirken yüreğim sızladı.
“Benim bilmediğim planların var senin...”
Ama cevap vermedi küçük prens. Onun yerine bana:
“Biliyorsun, Dünyaya inişim... Yarın Dünyaya inişimin yıldönümü” dedi.
Sonra ekledi: “Buraya çok yakın bir yere inmiştim.”
Yüzü kızardı.
Ve bir kez daha, nedenini bilmediğim bir acı kapladı yüreğimi. Fakat zihnimde bir soru belirmişti.
“Yani sekiz gün önce seninle burada karşılaştığım sabah, insanlardan binlerce kilometre uzakta tek başına dolaşıp durmanın bir nedeni mi vardı? Ait olduğun yere mi dönüyordun?”
Küçük prens yine kızardı.
“Belki de yıldönümü nedeniyle geldin buraya, ha?”
Yine kızardı küçük prens. Sorularıma cevap vermemişti. Ama yüzünün kızarması “Evet” anlamına gelmez miydi?
“Ah, sevgili dostum, sanırım biraz korkuyorum” dedim.
Rahatlatıcı bir sesle: “ Şimdi çalışmalısın. Motorunun yanına gitmelisin. Ben seni burada bekleyeceğim. Yarın akşam yine gel...” dedi.
Ama içim rahatlamamıştı. Tilkiyi hatırladım. İnsan birinin kendisini evcilleştirmesine izin verirken, bir parça da ağlamayı göze alıyor demektir.
26.
Kuyunun yanında eski, taş bir duvar yıkıntısı vardı. Ertesi akşam oraya geri döndüğümde, uzaktan, küçük prensimin bu duvarın üzerinde oturduğunu gördüm. Ayaklarını aşağı sarkıtmıştı. Şöyle diyordu: “Unuttun mu? Burası değildi.”
Biriyle konuştuğu belliydi.
“Evet, evet. Tam bu gün. Ama burası doğru yer değil.”
Ona doğru yürümeyi sürdürdüm, ama halen konuştuğu kişiyi ne görebiliyor, ne de duyabiliyordum. Küçük prens bir kez daha cevap verdi: “Evet, tabii. Ayak izlerimin nerede başladığını görürsün. Beni orada bekle. Bu gece orada olacağım.”