Kovayı ağır ağır çektim ve kuyunun kenarına bıraktım. Kovanın içindeki su hala titriyordu ve makaranın sesini hem kulaklarımda, hem de titreyen suda duyabiliyordum. Güneşin titrek ışıltılarını görebiliyordum.
“Bu sudan içmek istiyorum” dedi küçük prens, “bana biraz su verir misin?”
İşte şimdi onun ne aradığını anlamıştım!
Kovayı dudaklarına dayadım. İçerken gözleri kapalıydı. Bir bayram şekeri kadar tatlıydı bu su. Diğer besinlerin hepsinden farklıydı. Yıldızların altında yapılan bir yürüyüşten, makaranın şarkısından ve kollarımın emeğinden dünyaya gelmişti. Kalbe faydalıydı. Bir armağandı sanki. Küçük bir çocukken Noel’de aldığım hediyenin güzelliği Noel ağacının ışıltısından, kutlamanın müziğinden, gülümseyen yüzlerin sıcaklığından gelirdi.
“Senin yaşadığın yerdeki insanlar,” dedi küçük prens, “bir bahçenin içinde binlerce gül yetiştiriyorlar ve yine de aradıklarını bulamıyorlar.”
“Doğru, bulamıyorlar” dedim.
“Ve aslında aradıkları şeyi tek bir gülde, ya da bir avuç suda bulabilirlerdi.”
“Evet, haklısın” dedim.
“Ama gözler göremez. İnsanın kalbiyle bakması gerekir.”
Suyu içmiştim. Nefesim yerine geldi. Güneş doğarken kumun rengi bal rengine dönüşmüştü. Bu renk çok hoşuma gidiyordu. Peki ama bu hissettiğim acı da neydi?
Yumuşak bir sesle: “Sözünde durmalısın” dedi yanıma otururken.
“Hangi söz?”
“Biliyorsun. Koyunuma bir ağızlık yapacağını söylemiştin. Çiçeğime karşı sorumluluğum var. Onu korumalıyım.
Ona bir ağızlık çizmek için cebimdeki kağıtları çıkardım. Resimleri görünce gülmeye başladı küçük prens ve:
“Baobapların biraz lahanaya benzemiş” dedi.
“Ya?”
Oysa ben baobaplarımla gurur duymuştum!
“Çizdiğin tilki... kulakları... sanki biraz boynuza benziyorlar ve çok da uzunlar.”
Yine gülmeye başladı.
“Haksızlık ediyorsun küçük prens” dedim. “Unutma ki, daha önce daha önce sadece iki boa yılanı çizmiştim.”