Theon bir süre girdapla ötesindeki engebeli araziyi, dik kaya tabakalarını, yalçın dorukları seyrettikten sonra işaret parmağını öne uzatıp bu ölü dorukların birindeki bir göçüğü gösterdi:
— Shalmirane bu tarafta!
Şaşıran Alvin Theon’a döndü:
— Buraya daha önce hiç gelmediğini söylemiştin.
— Gelmedim.
— Gelmedinse yolu nasıl biliyorsun peki?
Şaşırma sırası Theon’a gelmişti şimdi:
— Bilmiyorum. Bunu daha önce hiç düşünmedim. Bir tür içgüdü olmalı. Lys’te nereye gidersek gidelim yolumuzu daima bulduğumuza bakılırsa bu bir tür içgüdü olmalı.
Bu açıklamayı hiç de inandırıcı bulmayan Alvin kuşkuyla Theon’u izlemeye başladı. Kısa bir süre sonra doruktaki göçüğe vardılar. Şimdi önlerinde yamaçları tatlı meyilli, yüksek, garip bir ova uzanmaktaydı. Theon bir an duraksadıktan sonra bu yamaçlardan birine tırmanmaya, hâlâ kuşkular içinde kıvranan Alvin de onu izlemeye başladı. Alvin bir yandan tırmanırken bir yandan da kısa bir söylev hazırlamaktaydı. Eğer bu tırmanış boşa çıkar, bu yolculuk sonuç vermezse bu kısa söylevi çekecek, böylece Theon da yanılmaz içgüdüsü hakkında ne düşündüğünü çok açık, su götürmez bir şekilde öğrenecekti.
Doruğa yaklaşırlarken arazinin yapısı birdenbire değişti. Altlarında kalan yamaçlar yer yer büyük höyükler halinde yükselen sünger gibi delik deşik volkanik kayalardan oluşmaktaydı. Şimdiyse yüzey birdenbire cam tabakalarına, sanki kayalar bir zamanlar ermişte dağlardan aşağı lavdan nehirler gibi akmışçasına katı, kalın, kaygan, güvenilmez, cam katmanlarına dönüşmüştü. Ovanın çeperi hemen hemen ellerinin altındaydı. Çepere önce Theon, onun birkaç saniye ardından da Alvin çıktı ve çıkar çıkmaz da nutku tutulmuş bir halde kalakaldı. Zira ovanın, varmayı bekledikleri ovanın değil de yarım mil derinliğinde, üç mil genişliğinde devasa bir göçüğün kenarında durmaktaydılar şimdi. Bu göçüğün dimdik bir şekilde aşağı inen yamaçları ovanın dibinde biraz yataylaştıktan sonra tekrardan yükselmeye başlıyor, karşı tarafın çeperine ulaşıyordu. Güneş tam üzerine vurduğu halde bu muazzam göçüğün her tarafı yine de karaydı. Bu yanardağ ağzının hangi maddeden oluştuğunu tahmin bile edememekteydiler ama bu kraterin hiç güneş yüzü görmemiş bir dünyanın kayaları gibi kapkara olduğu açıktı. İş bu kadarla da kalmıyor, ayaklarının altında bir de kraterin çevresini tümüyle kuşatan, sayısız asırlar rengini donuklaştırdığı halde hâlâ en ufak bir paslanma izi görülmeyen bir kuşak; lehimsiz yekpare bir madenden yapılmış bir kuşak yatıyordu.
Gözleri yaşadıkları dünyaya ait olmayan bu görüntüye alıştıkça göçüğün siyahlığının ilk anda sandıkları kadar mutlak bir siyahlık olmadığını anlamaktaydılar. Abanoz karası duvarların şurasında burasında doğrudan doğruya göremedikleri kaçamak ışık çakımları bir belirip bir kaybolmaktaydı. Bu rastgele, çakar çakmaz sönen çakımlar yıldızların fırtınalı bir deniz üzerindeki yansımalarına, dalgalarla bir yükselip bir alçalan, bir belirip bir kaybolan yansımalarına benzemekteydi.
Gördükleri karşısında soluğu kesilen Alvin güçlükle konuşabildi:
— Harika bir şey bu. Ama ne?
— Bir tür yansıtıcıya benziyor.
— Bu kapkara nesnenin herhangi bir şeyi yansıtabileceğini sanmıyorum.
— Sadece bizim gözlerimize kara göründüğünü unutma. Hangi tür ışınlan kullandıklarını bilmiyoruz.
— Bu nesnenin sadece çıkardığı ışınlar olmadığına, bu ışınlardan daha fazla bir şey olduğuna kuşku yok. Kale nerede?
Theon kraterin dibini gösterdi. Dipte Alvin’in ilk baktığı zaman karmakarışık bir kaya yığını sanmış olduğu bir şey yatmaktaydı. Alvin daha dikkatle bakınca büyük kaya kitlelerinin kümelendiği yerin gerisinde hemen hemen silinmiş bir taslak seçebildi. Orada, dipte, zamanın yıkıp yere serdiği, devirdiği, üzerlerinden bir silindir gibi geçtiği yapıların, bir zamanlar görkemle yükselen yapıların enkazı yatmaktaydı.
İlk birkaç yüz metre boyunca duvarlar iki gencin ayakta duramayacağı kadar sarp ve kaygandı ama kısa bir süre sonra yumuşak eğilimli yamaçlara varıp ayakta yürümeye başladılar. Kraterin pürüzsüz yüzeyi dibine doğru indikçe ince bir toprak tabakasına dönüşmekteydi. Lys rüzgârlarının asırlar boyunca getirip asırlar boyunca yığmış olması gereken ince bir toprak tabakasına.
Çeyrek mil ötede muazzam kaya kitleleri bir devin bıkıp da fırlattığı oyuncaklar gibi birbirlerinin üzerine yığılmışlardı. Som duvarın bir kısmı burada hâlâ tanınabilir haldeydi ve burada bulunan oymalı iki sütun burasının bir zamanlar görkemli bir giriş olduğunu göstermekteydi. Her tarafı yosunlar, sürüngen sarmaşıklar, bodur, cılız ağaçlar kaplamıştı ve rüzgâr bile suskundu.
Sonunda Shalmirane’ın yıkıntılarına varmışlardı. Eğer efsane gerçekten söz ediyorsa Yer Yuvarlağını tuz buz edebilecek güçler bu duvarlara karşı gürleyip bu burçlara karşı alevler kusmuş, sonunda da kahredici bir yenilgiye uğramışlardı. Bu sakin gökler bir zamanlar güneşlerin parçalanan çekirdeklerinden fışkıran alevlerle kavrulmuş, Lys dağları efendilerinin gazabı karşısında canlı nesneler gibi tirtir titremiş, aman dilemişti.