Shalmirane’ı hiç kimse hiçbir zaman ele geçirememişti ama zapt edilmez kale en sonunda yine de düşmüştü. Her tarafı oyan, kemiren, delik deşik eden kurtçuklarla solucanlara, sarmaşıkların sabırlı filizlerine yenik düşmüş, sırtı bu kurtçuklarla solucanlar tarafından yere getirilip, gövdesi bu sabırlı filizler tarafından istila edilmişti.
Görüntünün perişan görkemi karşısında büyük bir dehşete kapılan iki genç sessizce dev enkaza doğru ilerlediler. Yıkık bir duvarın gölgesi altından geçip parçalanmış kaya yığınlarının dağlar gibi yükseldiği iki tarafı uçurum bir vadiye girdiler.
Şimdi önlerinde büyük bir anfiteatr, enkaz altına gömülmüş makinelerin tepeciklerinin mezarları olması gereken uzun moloz tepeciklerinin hem enine hem boyuna çaprazlamasına uzandığı, birbirleriyle kesiştiği bir anfiteatr yatmaktaydı. Bu muazzam, üzeri bir zamanlar bütünüyle örtülü anfiteatrın kubbesi uzun zaman önce çökmüştü ama bu mahviyetin bir yerinde hâlâ yaşam olmalıydı ve Alvin bu enkazın bile yapay bir yıkıntıdan başka bir şey olmayabileceğini anladı. Kalenin büyük kısmı yerin çok altında, zamanın yok edici elinin uzanamayacağı bir yerde olmalıydı.
Theon Alvin’e döndü:
— Öğlen olduğunda geri dönmemiz gerek. Bu bakımdan burada çok kalmamalıyız. Ayrılırsak zaman kazanırız. Sen bu tarafı araştırırken ben de doğu tarafını tarayayım. İlginç bir şey bulursan seslen ama çok uzaklaşma.
Alvin molozlara tırmanmaya başladı. En büyük kaya kitlelerine tırmanmak yerine çevrelerini dolanmaktaydı. Anfiteatrın merkezine az bir şey kala birdenbire otuz, kırk metre çapında küçük, yuvarlak bir açıklıkla burun buruna geldi. Bu açıklık bir zamanlar yabani otlarla kaplanmıştı ama bu otlar daha sonra muazzam ısıdan ötürü kömürleşip karardıkları için şimdi Alvin bastıkça küle dönüşmekteydiler. Açıklığın ortasında üç ayaklı bir sehpa bu sehpanın üzerinde de cilalı madenden bir çanak, küçük ölçekte bir Shalmirane’a benzeyen bir çanak durmaktaydı. Derinliğine ve yüksekliğine hareket edebilen bu çanağın ortasında sarmal, şeffaf bir madde bulunmaktaydı. Yansıtıcının altında yansıtıcıya kaynakla sımsıkı tutturulmuş siyah bir kutu vardı ve bu kutudan çıkan ince bir kablo yerde yılan gibi uzanıp gitmekteydi.
Işığın kaynağının bu aygıt olması gerektiği açıktı. Kabloyu izlemeye başladı, ikide bir yarıklara dalıp sonra da hiç beklenmedik yerlerde ortaya çıkmak gibi garip bir alışkanlığı olan ince kabloyu izlemek pek kolay bir iş değildi. Sonunda kabloyu büsbütün gözden kaybedince yardıma gelmesi için Theon’a seslendi.
Bir gölge ışığı birdenbire kestiğinde, başının üzerinde sarkan bir kaya kitlesinin altından sürünerek ilerlemekteydi. Bunun arkadaşının gölgesi olduğunu sanan Alvin mağaradan çıkıp konuşmak için bu gölgeye doğru döndü ama daha döner dönmez de sözcükler dudaklarında donup kaldı.
Karşısında büyük, siyah bir göz dikilmekteydi. Havada dikilen bu büyük siyah göz daha küçük bir gözler uydusuyla çevriliydi. Alvin bu ilk şoku atlattıktan sonra karmaşık bir aygıta bakmakta olduğunu, bu karmaşık aygıtın da kendisini incelemekte olduğunu anladı.
Asap bozucu sessizliği Alvin bozdu. Yaşamı boyunca makinelere emirler vermeye alışmıştı. Bu yaratığa benzer bir şeyle şimdiye dek uzaktan veya yakından karşılaşmamıştı ama eninde sonunda bu da zeka sahibi bir aygıt olmalı, itaate alışık olmalıydı. Deneme mahiyetinde emretti:
— Bakma!
Gözler eskisi gibi bakmaya devam etmekteydi. Makine tınmamıştı bile.
— Git, gel, yüksel, alçal, ilerle!
Bu bilinen emirlerden hiçbirinin en ufak bir etkisi bile görülmedi. Makine bu emirlerden hiçbirine uymayıp hareketsiz kalmaya, üstüne üstlük de küçük gören bir tavırla kendisini süzmeye devam etmekteydi.
Sinirleri bozulan Alvin öne doğru bir adım atınca makine biraz aceleyle geriledi. Geriledi ama görme açısı herhalde biraz kısıtlı olduğundan bu sefer de birdenbire Theon’a, son bir dakikadan beri ilgiyle kendisini izleyen Theon’a çarpıp zıngadak durdu. Hemen ardından da İnsanoğluna, tamamen İnsanoğluna özgü bir korku nidası çıkarıp, küt, silindir şeklindeki vücudundan çıkan eklemli organlar yığınıyla tentakül dizilerini açığa vurarak yirmi metre havaya sıçradı.
Makinenin çarpmasından ötürü göğsünde bir çürük belirmiş olan Theon bir yandan bu çürüğü oğuştururken bir yandan da seslendi:
— Aşağı in. Sana bir kötülük yapmayacağız!
Bir ses duyuldu. Bu bir makinenin duygusuz, kristal gibi berrak sesi değildi. Çok yaşlı, çok yorgun bir insanın titrek sesiydi:
— Kimsiniz? Shalmirane’da ne işiniz var?
— Benim adım Theon. Bu da arkadaşım Alvin Loronei. Güney Lys’i araştırıyoruz.
Kısa bir sessizlik oldu. Makine tekrar konuşmaya başladığında sesi bu kez en vurdumduymaz bir kimsenin bile anlamamasına imkân olmayan bir can sıkıntısı tonu taşımaktaydı.
— Niçin rahat bırakmıyorsunuz beni? Bu beni rahatsız etmemenizi kaçıncı söyleyişim.
Genellikle uysal, güler yüzlü olan Theon bile bu sözler karşısında hindi gibi kabarmaktan kendini alamadı.
— Biz Airlee’liyiz. Shalmirane hakkında da hiçbir şey bilmiyoruz.
Alvin de serzeniş dolu bir tavırla ekledi: