Bakışlarını ağaçların tepelerinin üzerine, ufuk çizgisine doğru kaldırınca taştan bir çizgi gördü. Ufuk çizgisini sağdan sola doğru büyük bir yay çizerek tümüyle kuşatan, Diaspar’ın en büyük yapılarının bile yanında cüce gibi kalacağı bir çizgi, taştan yapılmış bir çizgi gördü. Bu taş çizgi ayrıntıları ayırt edilemeyecek kadar uzaktaydı ama ana hatlarında Alvin’i şaşırtan, bir muamma karşısındaymış gibi düşündüren bir şey vardı ve Alvin bunun ne olduğunu ancak bir süre sonra, gözleri bu devasa görüntünün ölçeğine iyice alıştıktan soma anlayabildi. Bu taş çizgi, bu çok uzaklardaki taş duvarlar insan eseri değildi.
Demek zaman her şeyi yok etmişti. Demek Yer Yuvarlağında hâlâ dağlar, yeryüzünün hâlâ gurur duyabileceği dağlar yükselmekteydi.
Tünelin çıkışında, tepenin üzerinde uzun bir süre durdu. Uzun bir süre durup kendini bu yabancı dünyaya yavaş yavaş alıştırdı. Çevresini ne kadar inceden inceye araştırırsa araştırsın hiçbir tarafta İnsanoğluna ait bir iz, en ufak bir iz bile görememekteydi ama tepenin yamacından aşağıya inen yolun yine de iyi korunmuş, bakımlı bir hali vardı ve Alvin’in de bu yolu izlemekten, görünürdeki bu tek yolun götüreceği yere gitmekten başka bir seçeneği yoktu.
Yol tepenin ayağında, güneşin görünmesini hemen hemen engelleyen büyük ağaçların arasında yok oluyor, bu ağaçların gölgesi altında ilerleyen Alvin’i bilinmedik kokular karşılayıp, yabancı sesler selamlıyordu. Alvin rüzgârın yapraklar arasından geçerken çıkardığı hışırtıyı daha önce de duymuştu ama şimdi bu kokuları, İnsanoğlunun artık anısını bile unuttuğu bu kokulan nasıl tanımıyorsa bu hışırtıya karışan seslerin, yüzlerce, binlerce sesin kaynağını da çıkartamıyordu. Bu sesler ona hiç ama hiçbir şey anımsatmayıp onu sadece ve sadece sersemletiyordu. Bunun yanı sıra sıcak, baş döndürücü koku ve renk bolluğu, milyonlarca canlı şeyin hissettiği ama göremediği varlığı da başım büsbütün döndürüp bu sersemliği büsbütün arttırıyordu.
Birdenbire bir göle çıktı. Sağ tarafındaki ağaçlar sona erince önünde birdenbire bir göl, üzerinde küçük küçük adalar olan bir göl belirdi. Suyu, bu değerli sıvıyı böyle büyük ölçüde bir arada hiç görmemiş olan Alvin gölün kenarına gidip çömeldikten, dik suyu avuçladıktan sonra bu berrak suyun parmaklarının ucundan damla damla akışını seyretmeye başladı.
Suyun altındaki kamışların arasından birden yüzeye fırlayan büyük, gümüş rengi balık şimdiye dek gördüğü ilk hayvandı. Balık tekrar suya düşmeden önce yüzgeçleri hafif hafif pırpırlanarak bir an için havada asılı dururken Alvin şeklinin neden o kadar şaşırtıcı bir biçimde tamdık geldiğini sordu kendi kendine. Sonra Jeserac’ın kendisine henüz küçük bir çocukken göstermiş olduğu resimleri anımsayıp bu zarif hatları daha önce nerede görmüş olduğunu hatırladı. Gerçi mantığı ona bu benzeyişin ancak tesadüfi olabileceğini söyleyip durmaktaydı ama mantığı yanılmaktaydı.
Yıldızlardan yıldızlara giden büyük uzay gemilerinin rüzgârlı güzelliği sanatçılara asırlar boyunca ilham kaynağı olmuştu. Bu büyük ustalar bir zamanlar zamanla çürüyüp dağılan taş ya da maden üzerinde değil de tüm maddelerin en ölümsüzü üzerinde çalışmış, kam, kemiği, eti işlemişti.
Alvin sonunda kendisini gölün büyüsünden kurtarıp dönemeçli yoldan ilerlemeye devam etti. Etrafım bir kere daha, ama bu kez kısa bir süre için, orman kapladı. Yol sona erdiğinde orman da bitmiş, Alvin de yaklaşık bir mil uzunluğunda, yarım mil genişliğinde bir açıklığa çıkmıştı.
Alvin insanoğlunun varlığını belirten bir ize niçin daha önce rastlamamış olduğunu şimdi anlamaktaydı. Açıklık iki katlı yapılarla kaplıydı. Bu yapıların yumuşak renkleri gözü yormuyor, tersine güneş zirvedeyken bile dinlendiriyordu. Bu temiz yüzlü, albenili yapıların çoğu yivli sütunları, yumuşak köşeli zarif nakışlı taşlan da kapsayan karmaşık bir mimari tarzda inşa edilmişlerdi. Bu çok eski zamanlardan kalma gibi görünen yapıların çatıları da zamanla bile ölçülemez kadar eski bir simge olan sivri, üçgen kemerdi.
Alvin ağır ağır bu kasabaya doğru ilerlemeye koyulurken hâlâ bu yeni çevreyi kavramaya çalışmaktaydı. Burada her şey yabancı, hava bile değişikti ve yapılar arasında gidip gelen uzun boylu, altın saçlı halk da Diaspar’ın uyuşuk sakinlerinden çok, çok farklıydı.
Tam kasabaya girmek üzereyken kendisine doğru geldiği çok açık olan bir grup görünce birden ani bir heyecana kapıldı. Kalbi göğsünü delercesine çarpmaya başlamıştı. Değişik ırklarla değişik uygarlıklardan gelen insanların bir gün birbirleriyle karşılaşmalarının tarih boyunca ne önemli bir rol oynayıp geleceği ne büyük ölçüde etkilemiş olduğu aklından bir an için, şimşek gibi gelip geçtikten sonra yaklaşanlara birkaç adım kala durup, bekledi.
Gerçi gelenler onu görmekten şaşırmış gibi görünmekteydiler ama bu yine de beklediği ölçüde büyük bir şaşkınlık değildi. Gelenlerin önderi elini insanoğlu kadar eski bir dostluk jestiyle uzatıp konuşmaya başlayınca Alvin bunun nedenini çabucak anladı.